Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Ekim 2017 Pazartesi

TUTKU OYUNU/L'AMANT DOUBLE



L’amant Double/Tutku Oyunu bir erotik gerilim filmi.25yaşındaki Chloe’nin (Marine Vacth) uzun süredir yaşadığı mide problemleri artık dayanılmaz boyutlara ulaşınca ve doktorlar fiziksel anlamda herhangi bir sorun göremeyince bir terapiste başvurmasıyla gelişen olayları izlediğimiz bir hikaye . Chloe başladığı terapi aracılığıyla Paul (Jérémie Renier) ile tanışır ve birbirlerine aşık olurlar.Ancak ortada tekin olmayan bazı durumların vardır.Bu problemin Paul’den kaynaklandığını sansak da ortaya aniden Paul’un gizemli ikiz kardeşi Louis çıkar. Louis Paul’ün adeta tam ters karakteri gibi görünmektedir ve Chloe Paul’de bulamadıklarını Louis’de bulur, aynı şekilde Louis’de bulamadıklarını da Paul’de bulur. İkisine aynı anda sahip olmayı arzulamaya başlayan Chloe’nin iyileşmiş olan mide problemleri yeniden baş gösterir.

L’amant Double’da işlenen Yamyam İkizler konusunu psişik analiz yaparak incelediğimizde; 

Yamyam ikiz (vanishing twin – kaybolan ikiz) durumu bir kadının rahminde ikiz bebeklerin tespit edilmesinin ardından ikizlerden birinin aniden hiçbir iz kalmadan ortadan kaybolması sendromu olarak tanımlanabilir. Bu kayboluş beklenmedik bir şekilde yamyam ikiz bebeklerden birinin diğerini yemesi yani bebeklerin iç içe geçmesi olarak tanımlanıyor filmde.

Doktor muayenesiyle başlayan L’amant Double filminde , özellikle Louis yani diğer ikizin yöntemleri cinsellikle bağlantılı. Chloe ve Paul’ün cinsel hayatlarının monoton olduğunu yönetmen ve senarist François Ozon her fırsatta izleyicisine veriyor. Louis ise fazlasıyla aktif bir cinselliğe sahip. Chloe’nun sağlığı yakaladığı bu cinsel açılımla iyiye gidiyor.

İki farklı konunun akıcı ,sade ve medeni bir anlatımla işlendiği filmin yoğun erotizm ve gerilim içerdiğini söylemek mümkün. Ancak cinsellik algısı, kesinlikle zaman doldurmak ya da hikayeye erotizm katmış olmak için geliştirilmemiş. Her sahnenin Chloe’nin duygu durumuna referanslarda bulunduğunu gözlemlemek mümkün. 

Farklı bir film izlemek istiyorum diyenlerin seyretmesini öneririm.
 

 

22 Ağustos 2017 Salı

KARA KULE-THE DARK TOWER


Bir kule, tüm evrenlerin arasında iyilik ve kötülüğün sınırında bir nevi kalkan/ sınır olarak varlığını korumaktadır. Kötü güçler, kuleyi yok ederek iyi tarafa geçmek ve geçtikleri tüm iyi evrenleri ele geçirmek isterler. Kule yalnızca ”ışıltısı” güçlü (özel, psişik güçleri olan) çocukların zihin kontrolü sayesinde ortaya çıkan enerjileri ile yok edilebilir. Hikaye boyutlar ve zamanlar arası bir evrende geçiyor.

Roland Deschain(Idris Elba), bütün evreni bir arada tutan Kara Kule'nin yok olmasını engellemek için, Siyah Giyen Adam olarak bilinen Walter O'dim'e(Matthew McConaughey) karşı sürdürdüğü iyi ve kötünün ters düştüğü bir savaşta bulunmaktadır . Roland, kaleyi Walter'dan koruyacak tek kişidir. Walter , kurbanlarının zihnine giren ve onlara ne derse yaptıran çok güçlü bir büyücüdür.

Kara Kule’de, başrol karakteri 11yaşındaki ve üstün yetenekli olan Jake Chambers( Tom Taylor) rüyasında gördüğü iyi ve kötü karakterleri karakalem ile kağıda aktaran ,sorunlu aile yaşantısından bir an önce sıyrılıp kendi iradesi ile maceraya atılan bir çocuktur.

Kara Kule, bilmeyenler için dünyaca ünlü yazar Stephen King’in seri halindeki tek hikayesi ve en önemli eserlerinden biridir.King’in hayal gücü öylesine zengin ki, kitap sayfalarından zihinlere yerleşen hayalleri sinemanın özellikle korku, bilim kurgu ve mistisizm türlerine çok yakışan bir nitelikte. Konunun özellikleri dolayısıyla görsel efekt zengini bir yapım izleyeceksiniz.

Stephen King’in “The Dark Tower” isimli eserinin sinema uyarlaması olan Kara Kule’nin senaristi Akiva Goldsman.Filmin yönetmeni Nikolaj Arcel, çocukluğundan beri Stephen King romanları ile büyümüş ve bir gün ''Kara Kule'' filmini sinemaya taşıyan kişi olmayı hayal edip üstelik başarmış biri. Bu sebeple yönetmen ile filmin arasındaki güçlü bağ seyirciye geçiyor. Kitabı okumasanız da karşınızda kitaptaki her öğeyi ayrıntılı işleyen, hikayeye güç veren bir anlatıcının varlığını hissediyorsunuz.Medyum olarak özellikle bir Asya kökenlinin Arra (Claudia Kim) seçilmesi ise dikkat çekici.

Fantastik türde filmlere ilgisi olanlara ;ayrıca spiritüel, mistik, telepati, telekinezi meraklılarına ve Stephen King hikayelerini seven herkese bu başarılı filmi öneriyorum. Kara Kule; görüntü yönetimi, oyunculukları ve sahne tasarımları ile kaliteli bir çocuk hikayesi.
Konunun özelliklerini taşıyan sözcüklerin kısaca manaları.
telekinezi: nesnelerin herhangi bir fiziksel gücün etkisi olmaksızın, dokunulmaksızın hareket etmeleridir.
telepati:bireyler arasında bilinen beş duyunun yardımı olmaksızın gerçekleşen bilgi aktarımıdır.Duyu dışı algılamadır.
medyum: ruhötesi deneylerde, ruhlarla insanlar arasında aracılık ettiğini öne süren kişidir.
Mistik:gizem
 



 

18 Ağustos 2017 Cuma

DUNKIRK



 

 

Inception ve Instellar gibi filmlerin yönetmeni olan Christopher Nolan'ın son filmi Dunkirk İkinci Dünya Savaşı'nda gerçekleşen Dunkerque Tahliyesi'ni anlatıyor. Nolan adı başlı başına filmi izlemeye gitmek için yeterli sebep.  

 
 

Nolan, gerçek Dunkirk savaşındaki askerler deneyimsiz olduğu için deneyimi pek olmayan bir oyuncu kadrosu yaratmış. Buna rağmen tüm kadro projenin gerçekçiliğini yakalamayı başarmış. Tanınan isimler sadece Mark Rylance, Kenneth Branagh ve Tom Hardy.

 

 

Dunkirk;incelikle montajlanmış ve olabildiğince gerçekçi bir biçimde seyirciyi savaşın ortasına koyan bir film. İlk karesinden son karesine kadar tansiyonu bir an bile düşmeyen görsel bakımdan etkileyici bir aksiyon savaş dramı. Neredeyse diyalogsuz ve en az hikaye ile işlenmiş.

 

 

Zorlu denizaltı sahnelerine; Alman güçlerinin Dunkirk plajında esir kalmış İngiliz ve Fransız askerlere durmadan yaptığı saldırılar da eklenince bir kaç saniyelik sessizlikte on sahneye sığacak duyguyu ve hikayeyi buluyorsunuz.Ayrıca asker/insan psikolojisi de  az ve öz bir anlatımla  mimiklerle vurgulanmış.

 

 

Bu film Hans Zimmer’in tansiyonu yavaş yavaş yükselten muazzam müziği ve görkemli ses dizaynı dolayısıyla mutlaka sinema salonlarında ve hatta DVD’sini çıkınca alırsanız bulabileceğiniz en büyük ekranda izlenmeli.

 

9 Ağustos 2017 Çarşamba

SARIŞIN BOMBA (ATOMIC BLOND)


 
 
Lorraine Broughton(Charlize Theron) MI6'in en ölümcül suikastçısıdır. Kaçış ustalığı ve yakın dövüşteki yeteneğiyle bilinmektedir. Soğuk savaş sırasında bir ajanın öldürülmesini araştırmak ve eksik ajanlar listesini bulmak için Berlin'e gönderilir. Yeni görevi için Berlin istasyon şefi David Percival (James McAvoy) ile işbirliği yaparlar ve ikisi gerilim dolu büyük bir aksiyona atılırlar. Lorraine'in gelişi gizli kalmalı iken bilgi sızdırılmış ve kendisine tuzak kurulmuştur. Tecrübesi ile kısa sürede bunu anlar ve teşkilatın içindeki köstebekten kurtulmaya kararlıdır.

Filmin müzikleri 1983 - 1991 yılları arasındaki tüm hit olan şarkılardan seçilmiş.
Kaçış ve yakın dövüş teknikleri içeren sahneler fevkalade çalışılmış. Makyaj daha iyi yapılabilirdi,çünkü çok sayıda dövüş sahnesi var.

Mükemmel akışı ve çekim tekniklerinden ötürü soluksuz izleyeceğiniz bu filmi aksiyon , gerilim ve Charlize Theron hayranlarına tavsiye ederim.
 
 
 
 
 
 
 

3 Temmuz 2017 Pazartesi

2.22


 
 
 
 

2.22 aşk, aksiyon ve gerilim ekseninde bir film.

 

Dylan Branson(Michiel Huisman) New York’ta hava trafiği kontrol merkezinde çalışan bir elemandır. Bir gün, öğleden sonra saat 2:22’de  gözlerinin önüne bir ışık hüzmesi gelir ve bir kaç saniyeliğine körlük yaşar. Bu süre zarfında neredeyse iki uçağın havada çarpışmasına neden olacaktır. Bu saniyelik vukuat mükemmel kariyerini ve hayatını mahveder. Yaşanan olayın yankısı bitmez. Özel hayatında da her gün aynı dakikada yaşananlar tekrarlanmaya başlar. Dylan’ın bu konuyu çözme uğraşı onu nihayetinde Grand Central tren terminali’ne yönlendirir. Çözüm bulma çabaları esnasında çarpışmak üzere olan uçaklardan birinin yolcusu olan Sarah (Teresa Palmer) ile tanışır.  


Filmin fragmanı seyirciyi ''uçak korkun yok mu? Bir daha düşün'' sloganıyla aksiyon,gerilim ve uçak korkusuna yönlendiriyor, ancak bu sadece buzdağının görünen kısmı. Buzdağının görünmeyen kısmında vurgulanan diğer hususlar arasında sizi görsel efektler eşliğinde gökbilimi ,regresyon tabir ettiğimiz geçmiş yaşamlar ve aşk konularını ihtiva eden geniş bir yelpaze bekliyor.

 

Yönetmenliğini Paul Currie'nin üstlendiği yapımın başrollerinde Teresa Palmer, Michiel Huisman ve Sam Reid bulunuyor. İlginç senaryosu ise Nathan Parker ve Todd Stein ikilisine ait.

 

Bazı insanlar tesadüflere inanır, kimileri ise tekrar eden şeylerin bir anlamı olduğuna! Bu fevkalade işlenmiş ve akıcı filmi keyifle izleyeceğinizi düşünüyorum.

 
 
 
 

4 Haziran 2017 Pazar

GIFTED/DEHA


 
 

Gifted/ Deha ; matematik dehası olan kız kardeşi Diane'nin intiharının ardından, üniversitedeki yardımcı profesörlük görevini bırakıp, kendini yeğeni Mary'i yetiştirmeye adayan Frank Adler (Chris Evans) ve yaşıtlarından farklı, adeta bir dahi çocuk olan Mary'nin(Mckenna Grace) dokunaklı hikayesini anlatan bir aile dramı.

 

Başrolleri Chris Evans , Mckenna Grace, Lindsay Duncan, Octavia Spencer ve Jenny Slate’in paylaştıkları filmin senaristi Tom Flynn. Yapımın yönetmeni ise Marc Webb.

 

Frank ,Mary’i büyütürken,yeğeninin okul çağına gelmesi ile bir anda ortaya çıkan otoriter anneanne Evelyn (Lindsay Duncan), kızı Diane’ın üzerinde gerçekleştiremediği hayallerini torunu Mary üzerinde denemek ve onu iyi okullara göndermek ve kendince hak ettiği şartlarda yaşamasını sağlamak amacıyla kendi oğluna velayet davası açıyor. Zira vaktinde kendi hayallerini rafa kaldırmış olmanın pişmanlığı içinde yaşıyor.

 

 

Filmin birinci yarısı tamamen Mary’i izleyiciye tanıtmaya ayrılmış, ikinci bölümü ise mahkeme sürecine odaklanmış. 100% burslu okumasının da önü açıldıktan sonra Frank, başta annesi Evelyn olmak üzere pek çok kişi ile yeğenini büyütme ve velayeti konusunda bir savaşa giriyor.

 

Senaryoda bazı problemlerin olmasının yanı sıra, sonlara doğru hızlıca yapılan final, seyirciye yaşananları sindirmeye olanak tanımamakla beraber mahkemenin anlaşma şartı olarak ortaya çıkan koruyucu aile hikayesi oldukça havada kalmış.

Tüm bu eksiklerine rağmen Chris Evans ve Mckenna Grace'in kimyalarının fevkalade tutmuş olmasından ötürü, hikayenin bazı açıklarını görmezden gelebiliyorsunuz. İkilinin bir arada olduğu duygusal tonu yüksek sahneler, filmin de can alıcı noktalarını oluşturuyor.

 

Tüm oyuncu kadrosu oldukça başarılı ama Octavia Spencer, Chris Evans ve Mckenna Grace’in üstün performansları izlemeye değer.  

 

Deha; üzücü , öğretici ve özellikle anne babaların mutlaka izlemesi gereken bir dram.

 

 

24 Mayıs 2017 Çarşamba

OSMANLI SUBAYI- THE OTTOMAN LIEUTENANT


 
 
 
 

Türk-Amerikan ortak yapımı olan Osmanlı Subayı Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçiyor ve idealist bir Amerika’lı hemşire ile bir Türk subayının aşkını konu alıyor.  Lillie(Hera Hilmar), doktor olan ağabeyinden kalan tıbbi malzemeleri Türkiye'ye, yoksulluk ve savaşla boğuşan insanlar adına Van'a getirmek için Philadelphia’dan yola çıkıyor. İstanbul’a vardığında Melih Paşa(Selçuk Yöntem) onu İsmail’in(Michiel Huisman) refakatinde doğuya yolluyor. Lillie ve İsmail arasında filizlenen aşk belli bir duygusal safhada tutuluyor. Yardım götürdüğü hastahanenin başhekimi Woodruff (Ben Kingsley)Lillie'ye hem hastahanenin hem de bulundukları coğrafyanın  bir kadına uygun olmadığını dolayısıyla geri dönmesini söylemesine rağmen ona  kabul ettiremiyor.

 

Komutan Halil’ in de (Haluk Bilginer) farklı gerekçelerle Lillie'nin kalmasına itirazları var. Ancak genç kadın tüm itirazlara rağmen savaşın eşiğindeki bölgede ve iki aşk arasında kalmayı seçiyor.

Joseph Ruben'in yönettiği filmin senaryosu Jeff Stockwell’e ait. Başrolleri  Josh Hartnett, Michiel Huisman, Hera Hilmar ve  Ben Kingsley paylaşıyorlar. Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem ise yan rollerdeler.

 

 

Jude’ın (Josh Hartnett) Lillie'ye ifade edemediği duyguları var. İsmail’e karşı ise içten içe geliştirdiği kin ve kıskançlıkları mevcut.


Filmin teknik aşamaları açısından başarılı bir sanat yönetimi ortaya koyduğunu söyleyebilirim. Fragmanlarda fazlaca öne çıkarılan Haluk Bilginer ve Selçuk Yöntem’in  sahneleri filmde çok etkili değil.


Genç oyuncular arasında en beğendiğim performans Lillie’ye ait. Her türlü zor koşulda güçlü ve dimdik ayakta kalan, gözü pek bir kadın karaktere hayat verirken kararlılığı seyirciye fevkalade yansımış. Ben Kingsley ise filme yalın oyunculuğu ile ağırlığını koymuş.



İsmail ve Jude karakterleri pek çok sahneleri olmasına rağmen canlandırdıkları rolleri yeterince vurgulayamamışlar. Yakışıklı olmak başka bir şey yetenek başka.



Filmi izlemek isteyenlere büyük beklenti beslememelerini öneririm.   

 

 

12 Mayıs 2017 Cuma

SAPLANTI- UNFORGETTABLE





Katherine Heigl, Rosario Dawson ve Geoff Stults’ın başrollerini paylaştıkları SAPLANTI-UNFORGETTABLE bir gerilim filmi. Yönetmenliği ve yapımcılığı Denise Di Novi ‘ye ait olan filmin senaryosunu Christina Hodson kaleme almış.



Tessa Connover (Katherine Heigl)eşinden boşanmış bir kadındır. Zaten ayrılığın acısıyla zar zor baş edebilen Tessa’ya  eski kocası David'in(Geoff Stults) Julia Banks (Rosario Dawson) adında bir kadınla yeniden evlilik hayalleri kurması bir darbe daha vurur. Üstelik David Julia'yı eskiden Tessa'yla birlikte yaşadıkları eve getirir ve küçük kızları Lilly(Isabella Kai Rice) ile tanıştırır. Tessa akıl almaz plan ve davranışları ile herkesin hayatını zorlaştırır.



Gerilim severler bu filmi kaçırmayın , konu fevkalade işlenmiş. Oyuncu performansları şaheser. Saplantı mevzu-u  bundan daha iyi anlatılamazdı. İsminin hakkını veren bir yapım.



 

 

 

 

 

4 Mayıs 2017 Perşembe

THE CIRCLE







Başrollerinde Tom Hanks ve Emma Watson'ın yer aldığı The Circle, Dave Eggers'ın kitabının beyazperdeye uyarlaması. Yönetmeni ve senaristi James Ponsoldt olan film günümüzde sosyal medyanın ve dijital dünyanın hayatımıza dair etkilerini sıradan bir görselle anlatıyor.

 

Mae ( Emma Watson), dünyanın en büyük , en güçlü teknoloji ve sosyal medya şirketi olan The Circle için çalışmaya başladığında, bunu hayatının fırsatı olarak görür ve iyi değerlendirmeye kararlıdır. Gösterdiği azim ile başarılı yükselirken şirketin kurucusu Eamon Bailey (Tom Hanks) tarafından mahremiyet, etik ve nihayetinde kişisel özgürlüğünün sınırlarını zorlayan bir deneye katılmaya teşvik edilir. Ancak deneye katılımı ve verdiği her karar, arkadaşlarının, ailesinin ve insanlığın hayatını üstelik geleceğini etkilemeye başlar.


Filmin anafikri ''ya çemberin dışındasın , ya da içinde yer alacaksın'' olduğundan keskin ayırımlar mevzu bahistir. Mae, çemberin (sistemin) içinde kalmak ile dışına çıkmak arasında vicdani medcezirler yaşamaktadır.



Emma Watson “iki arada bir derede” kalma duygusunu seyirciye daha iyi yansıtabilirdi. Tom Hanks ise her zamanki güçlü performanslarından biraz uzak.



The Circle'ı orta-karar bir film olarak değerlendirebilirim.

 








20 Nisan 2017 Perşembe

KABUKTAKİ HAYALET/GHOST IN THE SHELL









Kabuktaki Hayalet; Rupert Sanders tarafından yönetilen ve senaryosu Jamie Moss, William Wheeler ve Ehren Kruger tarafından uyarlanan bir Amerikan bilimkurgu ve aksiyon filmi. Filmin oyuncu kadrosunda Scarlett Johansson, Takeshi Kitano, Michael Pitt ve Juliette Binoche bulunuyor.

 

Film, dokuzuncu birlik özel görev gücünün başında yer alan, özel operasyonlardan sorumlu benzersiz insan-sayborg hibritin hikayesini konu alıyor. Binbaşı Mira Killian (Scarlett Johansson) korkunç bir kazadan kurtarılmıştır. Geçmişine dair hiçbir şey hatırlamamaktadır ve tek bildiği bir ameliyat masasında uyandığında Doktor Ouelet'in(Juliette Binoche) ona kurtarıldığını söylediğidir. Vücudu kurtarılamayan genç kadına yepyeni bir vücut yapılmıştır. Dünyanın en tehlikeli suçlularını durdurmaya kendisini adayan kusursuz bir asker, siber-geliştirilmiş insan türünün ilk örneği olması hedeflenmiştir. Terör, insanların zihinlerine girip onları kontrol etmeyi de içeren yeni bir boyuta ulaşmıştır ve Mira bu suçlarla mücadele etmektedir.  Yeni bir düşmanla yüzleşmeye hazırlanırken kendisine yalan söylendiğini, hayatının kurtarılmadığını  , hatta çalındığını öğrenmiştir. Geçmişini geri kazanmak, bunu kendisine kimin yaptığını öğrenmek, başkalarına da yapılmadan onları durdurmak için mücadeleye girişme zamanı gelmiştir.

 
Binbaşı,  içinde bulunduğu dünyaya uyum sağlarken yaşadığı psikolojik zorlukları ve aidiyet hissini bir parça olsun yakalayabilmek için kendi benliği ile savaş halindedir.

 
Filme dair söylenebilecek olumlu noktalardan ikisi görsel efektlerinin ve kadrajlarının muazzam olması; eğer odak noktanız başka ise hayal kırıklığı kaçınılmaz olacaktır.  



19 Mart 2017 Pazar

İSTANBUL KIRMIZISI

 

 

 

“Annem’e..”, sözüyle açılıyor Ferzan Özpetek’in ‘’İstanbul Kırmızısı’’ adlı yönettiği ve senaryosunu Gianni Romoli ve Valia Santella ile birlikte kaleme aldığı filmi. Yine Özpetek’in aynı isimli romanından uyarlama olan film bir Türk- İtalyan ortak yapımı. Başrolleri Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler ve Mehmet Günsür paylaşırken oyuncu kadrosunda Zerrin Tekindor, Serra Yılmaz ve Reha Özcan gibi pek çok ünlü isimler bulunuyor.


Orhan (Halit Ergenç) travmatik bir olay sonrası her şeyini kaybetmiş eski bir yazardır. Londra’ya yerleşir ve editör olarak çalışmaya başlar. Yıllar sonra ünlü yönetmen Deniz Soysal’la (Nejat İşler) tanışmak için İstanbul’a döner. Deniz doğup büyüdüğü şehirdeki çocukluk anılarını anlattığı bir kitap yazmıştır. Orhan’ın İstanbul’daki işi, yayınlanmadan önce Deniz’in kitabının son dokunuşları yapmaktır. Uzun yazışmalardan sonra İstanbul’da buluşurlar. Ancak ertesi sabah Deniz ortadan kaybolur. Gizli bir soruşturma başlatılır. Herkes Deniz’in bir daha geri dönmeyeceğinden endişelidir.



Filmdeki hikayelerin hiçbirinin tamamını öğrenemiyoruz. Ağır diyaloglar ve yavaş ritimle anlatılan öykülerin sonu seyirci yönünden açık bırakılıp her konu havada asılı kalmış. Böylece izleyici sürekli beklentiye süreklenmiş. Özpetek yakın planlarla seyircisinin duygu dünyasını hedef almış.



Ferzan Özpetek sinemasında karşılaşmaya alışkın olduğumuz bir  durum olan eşcinsel ilişkiler, İstanbul Kırmızısı'nda daha önceki filmleri kadar açık sözlü olmasa da Yusuf (Mehmet Günsür) ile Deniz Soysal arasındaki ilişkide  hissediliyor. Filmde ilişkilere dair her şey karmakarışık.  Neval(Tuba Büyüküstün), Deniz ve Yusuf’un arasındaki güçlü görünmez bağ Orhan’ı zamanla içine çekiyor. Başroldeki dört oyuncunun birbirileri ile uyumları seyirciye olumlu yansırken, diğer oyuncular fevkalade kopuk ve mesafeliler.




Pek çok sahnelerdeki diyaloglar okuma provası niteliğinde. Filmin akışı dinç değil.  Açıkta kalan çokça soru var.



Bu filmin benim için en anlamlı yanı çıtasının yüksek ve belli bir kalitenin üstünde oluşu. Üst düzey bir medeniyet mevcut. Sahnelerin, repliklerin ve görsellerin üzerinde durulmasından ziyade, bir mesaj veren duygu filmi. Akıllara hemen aşk gelebilir, ama diğer hisleri de değerlendirmenizde fayda görüyorum.


Bazen hayatlarınıza birden insanlar girer, size kendinizde bilmediğiniz yönlere ışık tutar.Sizi düşünmeye sevkeder. Kendinizi farklı bir açıdan değerlendirirken, daha önce yaşamadığınız duygular içinde bulursunuz .Bu aşina olmadığınız hisleri itiraf etmeyi dilediğinizde kelimeleriniz yetersiz kalır. Puzzle(Yapboz) çözercesine, parçaları birleştirirsiniz. Parçalar yerleşmedikçe huzursuzluk ve sorular artar. İçinizde kalmasını istemezsiniz ama anlatmaya nereden başlayacağınızı bilemezsiniz. Karşınızdaki insanı kaybetmekten ve kırmaktan korkarsınız. Orhan'la Neval arasında yaşananlardan izlenimim bu yönde.


 

Filmin gösterimi devam ediyor,dilerseniz izleyin.




9 Mart 2017 Perşembe

GİZLİ SAYILAR /HIDDEN FIGURES


Gizli Sayılar ''Hidden Figures'' Theodore Melfi'nin  yönetmenliğini üstlendiği ve yine Melfi ile Allison Schroeder 'in Margot Lee Shetterly’nin aynı adlı kitabından uyarladıkları bir Amerikan biyografik dram. Başrolleri Taraji P. Henson, Octavia Spencer ve Janelle Monáe paylaşılırken, kadrodaki diğer başarılı isimler arasında Kevin Costner, Kirsten Dunst, Jim Parsons, Mahershala Ali ve  Aldis Hodge bulunuyor.

 

1957 yılında Sovyetler Birliği'nin Sputnik I ile Yuri Gagarin'i uzaya göndermesinin ardından Amerika astronot John Glenn'i uzaya gönderme yarışına girer.Bunu da üç dahi siyahi matematikçi bilim kadınının sayesinde başarır. Amerikan Uzay Dairesi'nde ''beyaz'' uzmanlar işin üstesinden gelemeyince, NASA'nın başındaki Al Harrison (Kevin Costner) siyahilerden yardım istemek zorunda kalır, dolayısıyla Katherine Goble (Taraji P. Henson) , siyahi bölümden beyazlar arasına gelir. NASA, hala fırlatılacak roketin yer çekimini aşıp uzaya gitmesi, sonra da planlanan yere inmesinin hesaplarını yapamamaktadır.

 

Katherine Globe çalışmalarını Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) ve mühendis Mary Jackson (Janelle Monae) ile birlikte yürütmektedir. Bu üçlü ten renklerinin farklılığından ötürü kurumlarında her türlü ayrımcılığa maruz kalmalarına rağmen, hayati önemde işler başarırlar ve birçok önyargıyı da yıkarlar. 

 

Bu gerçek öykü öyle samimi bir dille anlatılmışki izlerken bu siyahi aşağılanmış ama bir o kadar da güçlü , tüm lüzumsuz zor koşullara göğüs gererken asla pes etmeyen, sevincini ve kederini kendi içinde yaşayan kadınlardan etkilenmemeniz mümkün değil. 


O devirde hesaplar, kol çevirmeli hesap makineleri ile yapılıyor. NASA’nın iki bölümden oluşan arazisinin bir tarafında siyahi ''hesapçılar'',diğerinde ise beyazlar görevli.  IBM devreye girdiği andan itibaren de adları''Computeer'' olarak değiştiriliyor. NASA dahil tüm şirketler, IBM aldıklarında hesapçı kadınların işlerine son veriliyor.

 


Filmin kırılma noktası Katherine'nin , ihtiyaç molaları için bile yağmur çamur demeden 20 dakika mesafedeki siyahi bölümüne gitme mecburiyetini başkana izah etmek durumunda kaldığı sahnesinde yaşanıyor.


Tüm oyuncuların performansları şaheser. Dilerdimki böyle bir mevzu çekilirken görsellere daha fazla ehemmiyet verilsin.

 

Bu filmi hâlâ görmediyseniz, bir sinemasever olarak çok şey kaybediyorsunuz demektir.   Hatta filmin orjinalini  arşivinize koymanızı tavsiye ederim.

 

 

22 Şubat 2017 Çarşamba

JOHN WICK 2





John Wick 1 'in devamı olarak yönetmen Chad Stahelski tarafından çekilen ''John Wick 2'' ,başrolünde Keanu Reeves'in bulunduğu  bir aksiyon filmi.  Hikayenin kadrosundaki diğer oyuncular arasında Ruby Rose, Bridget Moynahan, Ian McShane, Peter Stormare, Laurence Fishburne  ve John Leguizamo bulunuyor.

 

Emekliliğe ayrılan soğukkanlı ve hırslı kahramanımıza yalnız başına sürdürdüğü sakin hayatında sadece köpeği eşlik ediyor. Geçmişindeki insanların kendisini yeniden bulmaları ve ona zorunlu bir görev vermeleri ardından  tehlike dolu olaylar zinciri başlıyor.  

 

Filmin çekimleri harika ve bu kez modern müzeler ve dehlizler gibi az sayıda mekan tercih edilmiş .Tabloların ve heykellerin içinde çekilen hikaye biraz ''Da Vinci Şifresi'' izlenimi bırakıyor seyircide. Sayısız kaliteli dövüş sahneleri  içeren  filme, modern sanat müzesindeki ayna oyunu, dövüşen karakterlerin arasındaki Avustralya’lı model Ruby Rose’un işaret diliyle anlaşıyor olması enteresan bir bakış açısı katmış.

 

Başarılı performansından dolayı artık John Wick denince akla ilk gelen isim Keanu Reeves oluyor. Sonsuz aksiyon vaad eden bu yapım ,tekrar tekrar kaldığı yerden başlayabilir.

 

Eğer bu hız ve başarı devam ederse, 007 James Bond denince oluşan çağrışım , John Wick de de kemikleşecektir.  

 

Bu filmi görsel tutkunlarına , aksiyon ve hız severlere ,öneririm.

 
 

7 Şubat 2017 Salı

LION

 

Lion, başrollerini Dev Patel, Nicole Kidman,  Rooney Mara ve David Wenham'ın paylaştıkları bir gerçek hayat hikayesini konu alıyor. Senaryosu uyarlanmış olan filmin özellikle görüntü yönetmeni Greig Fraser'i takdir ettim,zira bir dram işlenirken yakın plan çekimleri ile yüz ifadelerini görmeyi önemserim.

 

 

Başroldeki Dev Patel'e ayrıca hayranım. Bir oyuncu olarak bakışlarını ve yüz ifadelerini çok iyi kullanıyor.

 

 

 

Lion; 5 yaşında annesinden kopan Saroo Brierley'in gerçek hayat hikayesini anlatıyor. Hindistan'da dünyaya gelip yanlışlıkla bir trene binmesi sonucunda ailesinden ve ülkesinden kopuyor , nihayetinde bir Avustralya'lı çift tarafından evlat edinilerek  yetiştiriliyor. Saroo 25 yıl sonrasında Hindistan'a dönüp annesini bulmaya çalışıyor.

 

 

 

Filmin çocukluk yıllarına dayanan birinci kısmı fazlasıyla uzun tutulmuş ve akıcılığı mükemmel değil.  Yönetmen Garth Davis , çocuk fahişe satıcıları da olmak üzere binbir türlü tehlikeden kaçan Saroo’nun yanlızlık ve korku dolu hikayesini tamamiyle objektif bir biçimde yansıtmış.

 

 

Evlatlık olarak verilen çocuklara titizlikle öğretilen sofra adabı  detayı da güzel işlenmiş. Saroo'nun yokluktan varlığa geçişi çok yalın sahnelerle izleyiciye sunulmuş. Sue(Nicole Kidman) ve John (David Wenham) Saroo’yu evlat ediniyorlar.

 

 

Filmin ikinci yarısı, yirmi yıl sonraki yetişkin Saroo’nun  (Dev Patel) Hindistan’daki ailesini bulmak için elinden geleni yapmasına odaklanıyor. İlk başta Saroo, Sue ve John’u ebeveynleri olarak kabul etmiş, eski hayatıyla pek ilgilenmeyen biri gibi görünüyor, fakat okulunda tanıştığı Hint’li öğrencilerle arkadaş olmaya başlayınca biyolojik ailesi hakkındaki anıları tazelenmeye  başlıyor. Hatta Saroo’nun bir Hint tatlısı aracılığıyla anılarının canlandığı sahnedeki performansı çok  etkileyici.Görüntü yönetmeninin çekimleri  Dev Patel'in oyunculuk performansı ile  birleştikçe her kareye  ayrı lezzet katılmış. Ayrıca 5 yaşında çocukken  kaybolduğu yollardaki flash backler çok iyi harmanlanmış. Greig Fraser'in bütün karakterlerin duygularını izleyicilere net aktarabilmek için seçtiği planlar beni ziyadesiyle mutlu etti.

 

Saroo, Google Earth'ü ve bulduğu tüm haritaları işaretleyerek kullanmak suretiyle kaybolduğu mevkiiyi ve  ailesinin yaşadığı kasabayı bulmaya gayret ediyor. Sue ve John'a derin hürmet ve sevgi çerçevesinde araştırmalarını anlatıyor.

 

Sue ile  Saroo’nun  sevgi ve ailenin ne anlama geldiği hususundaki diyalogları aslında  gerçek ‘’anne – oğul ‘’ olmadıklarından ötürü içerik açısından anlaşılmaya değer olduğu kadar oyunculuk performansı açısından bakıldığında ayrı bir hassasiyete sahip.

 

 

Saroo'nun kız arkadaşı (Lucy'i)  canlandıran Rooney Mara ise Saroo’ya araştırmalarına devam etmesi için motivasyon sağlıyor, fakat bir karakter olarak hikayeye fazla katkısı yok.

 

 

Çok duygusal bir film olan Lion'un finali de kendisine yakışan nitelikte.

 

Lion, 6 dalda  Oskar ödülüne aday görüldü.   Sırasıyla uyarlama senaryo,orjinal senaryo ,en iyi yardımcı erkek oyuncu ,görüntü yönetmenliği,en iyi yardımcı kadın oyuncu ve en iyi film dalları. 

 

Vakit ayırabilirseniz izlemenizi  öneririm.

 

 
 
 
  

1 Şubat 2017 Çarşamba

MOANA




Walt Disney’in yeni animasyonu Moana, adını aynı zamanda animasyonun ana karakterinden alıyor. Moana ,Güney Pasifik adalarından bir kabilenin şefinin cesur,güçlü,korkusuz ,neşeli ve doğanın içinde büyümüş içi içine sığmayan kızı.

 

 

Vaktiyle yarı tanrı Maui tarafından yapılan korkunç bir lanet onun adasına dek ulaşır. Maui, tanrıça Te Whiti'nin kalbini çalarak onu kızdırmıştır ,bunun sonucunda balıkçılar balık tutamaz olmuş, ekinler yetişmeden solmuştur. Ancak Moana bu duruma boyun eğmemeye kararlıdır , laneti sonlandırmak  amacıyla Güney Pasifik'ten yola çıkar. Ona bu konuda yardım etmesi  planlanan yarı tanrı Maui’yi bulması gerekir. Sadece onun desteği ile Te Whiti’ye  çalınan kalbi iade etmesi mümkündür. Yol ziyadesiyle tehlikelidir; üstelik yön nasıl bulunur yelken nasıl açılır bilmez. Tecrübesi ve bilgi birikimi hiç yoktur. Babaannesinin okyanuslar bunun için seni seçip görevlendirdi  yüreklendirmesi ile kendini öne atar. Babası kesinlikle karşıdır. Ama engel olamaz. Böylece baba engelli babaanne destekli aksiyon dolu bir macera başlar. Perdede lezzetli  bir görsel şölene tanıklık edeceksiniz.

 

Okyanus, Moana’ya her başına gelen talihsizlikte yardım eder.

 

Hikayenin büyük kısmı Moana’nın Maui ile karşılaşması, onu Te Whiti’den çaldığı kalbini tekrar tanrıçaya ulaştırması yönünde ikna etmesi, sürekli çatışmaları ve sonunda yaşadıklarının onları aynı yola sokması şeklinde ilerliyor. Geniş vücutlu Maui’nin kendine has hikayeleri olan çeşitli dövmeleri var. Bu dövmeler hikayelerini canlanarak anlatıyorlar; kimi zaman Maui’yi övüyor,kimi zaman yeriyorlar. Bu kısmı gayet yaratıcı ve hikayeyi diğerlerinden farklılaştıran türde buldum. Maui bedeniyle bazen ters düşse de , çoğu zaman yeterli uzlaşmayı sağlıyor.

 

Yeşille mavi sürekli kol kola karşımıza çıkıyor ,diğer renkler , öyküsü ve atmosferi ile güzel bir bütünlük olmasından ötürü film içinizi açıyor.Hatta bazen okyanusun kokusunu hisseder bulabilirsiniz kendinizi.

 

Arada  sırada gelişen kötülüklerle  hikaye güzel harmanlanmış. Masalsı bir atmosferle tamamlanmış Moana. Yönetmeni John Musker'ın imzasını taşıyan  Moana’ya Oskar yolunda başarılar dilerim.

 

 

Kimi sahneleri müzikal tadında olan filmin mesajlarını da yabana atmamak lazım. Öncelikle hayallerinin peşinden git ve bunları yaparken de cesur ol. Bir okyanus adasında yaşamanın, yüzünü doğanın verdiklerine dönmenin ve ona saygı duymanın önemi en çok vurgulanan hususlardan. Bir de doğa ananın kalbini kötülükle alıp kaçarsanız, olumsuzluk gelip bir gün sizi de bulur fikrine vurgu yapılıyor. Bunların hepsi bir araya geldiğinde ortaya müzikal , tabiat ve denizin iç güzellikleriyle bütünleşmiş bir masal çıkıyor.



Animasyona renk katan bir başka konu denizlerde dehşet saçmak için yollarda olan korsan hindistan cevizleri ve yem yerine taş didikleyen sarsak tavuk.  

 

Hikaye modern dünyanın dışında kalan, egemen medeniyetlerin yutmaya çalıştığı, o yüzden küçük tropikal adalarda, kendi küçük ve barışçıl dünyalarında yaşayan yerlileri ve aslında biraz da onları adalarında kalmaya zorlayan nedenleri anlatıyor. Günümüzden yüz yıllar önceye dayanan antik bir dönemi anlatmasına rağmen aktüel dünya  ile  bağ kurmayı başaran film çok hümanist.

Moana’nın günümüz çocuklarına mesajı çok açık. İsteklerinizin peşinden gidin, mücadeleci ve özgürlükçü olun. Çünkü Moana’nın kabilesinin bir zamanlar özgür ve gezgin olmaları da buna bağlanmış.


Bu animasyonda bana ters gelen  tek faktör , çizgilerin alıştığım Walt Disney güzelliğinde/hatlarında olmayışı oldu. Hikaye bir kabilede geçtiğinden karakterler hantal ve estetikten çok uzak.   

Animasyonun girişi beni pek etkilemedi. Reklam sonrası ise oldukça renkli ve aksiyon doluydu. 

 



 
 

16 Ocak 2017 Pazartesi

LA LA LAND (AŞIKLAR ŞEHRİ)

 

Başrollerini Ryan Gosling ve Emma Stone'un paylaştıkları LA LA LAND'in senaryosu ve yönetmen koltuğu Damien Chazelle 'e ait. Aşk,komedi ve müzikal türlerinin karışımı olan filmin müzikal ağırlığı ön planda. Aşıklar Şehri adeta bir Hollywood masalı.  


Film A-Z'ye akıcı bir tempoya sahip.İzlerken kopamadığım gibi K-N'ye (alfabede o harflere/ortalarına) yaklaştığımızda temponun yavaşlayacağını düşünüyordum.



Sebastian ve Mia tutkularının peşinden gitmeye karar veren ve yolları trafiğin sıkışık olduğu bir gün kesişen iki gençtir. Tanışmadan önceki partnerleri ile mutsuzlardır. Mia, kafesinde çalıştığı Los Angeles'taki film platformunda yıldızlara servis yapar, oyunculuk seçmelerine katılarak bir oyuncu olabilmenin peşindedir. Sebastian ise geleneksel jazz'ın büyüsüne kendini kaptırmış ve bir gün sadece bu müziğin dinleneceği bir kulüp açmanın hayalini kurar. Ancak her ikisinin de bu hayallerini gerçeğe çevirmek için hem şansa, hem de hayatlarını idame ettirmek için paraya ihtiyaçları vardır. Mia jazz' ı hiç sevmeyen biridir, ta ki Sebastian ona sevdirene kadar. İkilinin arasında büyülü bir aşk başlar ve birbirlerine sınırsız destek verirler.




 

Dans koreografileri çok iyi çalışılmış. Bir bakıyorsunuz karşınızda Fred Astaire ve Ginger Rogers ikilisini çağrıştıran bir dans performansı var. Ayakkabılarına kadar ince detay düşünülmüş.

 

Umarım ömrünüzde en az bir defa aşık olmuşsunuzdur. Böylece filme daha kolay adapte olursunuz. Aşkın kimyasında olan bulutların üstünde olmak, ani hesapsız hareketlerin tümü hassasiyetle işlenmiş. İlginçtirki bu çift mantığı hiç elden bırakmıyor.



Kast seçimi yapılırken Sebastian'ın piyano çaldığı barın sahibi karakterine oyuncu olarak J.K. Simmons'ın yönetmen Damien Chazelle tarafından önerildiğini düşünüyorum. Aynı ikili Whiplash 'de buluşmuştu. Sanırım birlikte uyumlu çalıştılar ve dokuları uyuştu. Orada da davulcunun çalmasını beğenmemişti. Bu filmde ise piyanist Sebastian'ı kovdu.



Whiplash'i yönettiği gibi hemen ardından Aşıklar Şehri'ni yöneten Damien Chazelle filmin merkezine yine sanat tutkunu iki insanı yerleştirmiş.




Başrolde yer alan Ryan Gosling ve Emma Stone belliki çok uyumlu çalışmışlar. Oyuncu performansları muhteşem.Chazelle çok isabetli kast seçimleri yapmış. Ryan Gosling, müzikal tarafı hayli güçlü olan bir oyuncu , hali hazırda aslında bir piyanist. Bu açıdan bakıldığında Sebastian rolü için Ryan Gosling’in biçilmiş kaftan olduğunu söylemek yerinde olur.


Filmden bir enstantane çok etkileyici idi. Mia önceden planlanan ama unuttuğu ,ancak gitmek zorunda olduğu bir akşam yemeğinde tesadüfen hoparlörden dinlediği Sebastian’ın piyanosundan çıkan tınıları andıran müzikle kendinden geçmekle kalmıyor. Hemen özür dileyip masadan kalkıyor ve Sebastian'a koşuyor. Burada gözlerindeki o tutkulu bakışı görmenizi dilerim.

 



Bu göz kamaştıran dünyanın atmosferinden de bahsetmeliyim; renkler, mekanlar, kıyafetler özel tasarlanmış.

 


Ve yönetmen izleyenleri sürpriz sonla şaşırtıyor.



Şimdi 26 Şubat 2017 tarihindeki Oscar ödül törenini heyecanla bekliyorum. Çünkü La La Land filmi Hollywood Yabancı Basın Birliği'nin 7 dalda Altın Küre ödülünü kazandı.Sırasıyla; en iyi senaryo, en iyi yönetmen, en iyi film müziği, en iyi orjinal şarkı, müzikal dalında en iyi kadın oyuncu , müzikal dalında en iyi erkek oyuncu ve müzikal dalında en iyi film. 

 

Jazz'ı zaten severek dinlerdim. Amerika'yı ve insanlarının rahatlığını da çok özlediğimi farkettim.

 


Bu filmi hala vizyonda iken izlemenizi öneririm.